7 Aralık 2017 Perşembe

''Bir Kadının Yaşamından 24 Saat'' kitabı değerlendirmesi


Arka kapak yazısı

Bir Kadının Yaşamından 24 Saat, Monte Carlo’da bir gece, intiharın eşiğindeki başarısız bir diplomatla karşılaşan kadının toplamdaki bir gününü anlatır. Ancak söz konusu zaman aralığı, kadının hayatının en heyecanlı ama sonu hayal kırıklığı ile biten en korkunç günüdür.

Özgürlüğünü ilan ederek tutkularının peşinden giden bu kadının hikâyesi, 1920'li yılların sonlarında Avrupa’nın ‘aristokrat’ tabakasının ikiyüzlü ahlak anlayışına yönelik eleştirel tavrıyla da dikkat çeker.

Zweig, olağanüstü gözlem yeteneği ve güçlü cümleleri ile bir kadının kalbinin derinliklerine inerek, aşk ve tutku kavramlarını yeniden sorgulatıyor.

Yazar adı : Stefan Zweig

Çevirmen : Mahmure Kahraman

Yayın tarihi : 10.24.2017

Sayfa sayısı : 93


Okuduğum kitaplar arasında hem bu kadar kısa hem bu kadar yoğun başka bir kitap hatırlamıyorum desem yeridir. Yazar, kitapta, ''az ve öz'' denilen şeyi uygulamış. Her ne kadar basit bir roman gibi görünse de, Zweig, kahramanların psikolojik derinliklerini anlatarak okuyucuyu etkilemeyi mükemmel şekilde başarmış bana göre. Ayrıca kahramanlar çok iyi betimlendiği için kendinizi ister istemez kahramanın yerine koyuyorsunuz.

 Bir kişinin beklenmedik bir davranış sergileyince insanlar tarafından hemen ön yargıyla bakılmaması gerektiğini, bir yerde yanlış bir olay olmuşsa her zaman kendi gözümüzden değil, olayı yaşayanın da gözünden bakmamız gerektiğini gösteriyor aslında kitap. İnsanlar kimi zaman olayı, yanlış gördükleri için değil, kendilerinin o kişi gibi içinden geldiği gibi davranabilme cesaretini gösteremedikleri ve kendi sıkıcı hayatları içinde esir kaldıkları için eleştirirler.  Yani bir anlamda kıskançlıktır onların yaptıkları. Yazarın  kitapta anlatmak istediğiyse, bir kadının yaşamının 24 saat içinde yani bir anda ne kadar çok değişebileceğidir.

Kitabın konusuna gelecek olursak, geçmişinde tecrübeler kazanmış yaşlı bir kadının, herkesten farklı düşünen biriyle konuşmak istemesiyle başlıyor olaylar. Yaşadığı olayları aktaran yaşlı kadının adı kitapta Mrs. C. olarak geçiyor. Mrs. C., 42 yaşında kocasını kaybettikten sonra kendini gezmeye, kumara verir. Bir gün yine kumar masasında otururken genç bir adamın elleri dikkatini çeker ve adamı akşam boyunca izlemeye başlar. Oyun anında hırsa kapılan adamsa gözü kumardan başka bir şey görmüyordur. Oyun sonunda adam kaybeder ve bir anda yıkılmış, perişan bir halde salondan çıkar. Bunu gören Mrs. C., adamı takip etmeye karar verir. Mrs. C., cesaretini toplayıp adamla tanışmaya karar verir ancak genç adam Mrs C.'yi para toplamaya çalışan çıkarcı kadınlardan sanar. Mrs. C. adamın itirazlarına aldırmadan onu ucuz bir otele yerleştirir. Ertesi sabah Mrs C. uyandığında kendini büyük bir suçlu gibi hisseder ve otelden bir an önce çıkmak ister. Ancak o sırada genç adam uyanır ve kendini düne göre daha iyi hissettiğini söyler ve teşekkür eder. Mrs C. ise çıkmasını gerektiğini ve öğleyin buluşacaklarını söyleyip otelden çıkar. Öğleyin buluştuklarında akşama kadar birlikte vakit geçirdikten sonra Mrs C. genç adama yardım etmek istediği için ona evine geri dönebilmesi için bir miktar para verir ve ondan bir daha kumar oynamayacağına dair söz alır. Mrs C. kuzenleriyle buluşacağı için ayrılmak zorunda kalırlar ancak Mrs C.'nin aklı sürekli genç adamdadır. Mrs C., aklına aniden gelen bir fikirle her şeyini bırakıp genç adamla birlikte şehirden gitmeye kara verir ve aceleyle otele gidip eşyalarını toplar ancak tam çıkacakken otele kuzeni gelir ve Mrs C.'yi oyalar. O nedenle Mrs C. treni son anda kaçırır ve genç adamdan ayrıldığı için üzülür fakat Mrs C. kumarhaneye gidince şaşırtıcı şekilde genç adamı orada kumar oynarken görür. Bir süre izledikten sonra yanına gider ve onunla konuşmayı dener ancak genç adam oyuna öyle bir dalmıştır ki kadını duymaz bile. En sonunda kadının konuşmalarından sıkılan genç adam bir anda kadına bağırır ve Mrs C. neye uğradığını bilemez. Kadının o anda tek istediği şey gitmektir ve onu yapar. Kısa bir süre sonra Fransa'nın küçük bir kasabasına yerleşir ve orada hayatını sürdürmeye devam eder.


























28 Ekim 2017 Cumartesi

''Sol Ayağım'' kitabı değerlendirmesi

Arka kapak yazısı


Chiristy Brown doğuştan beyin felci kurbanıydı. Ancak bu talihsiz küçük bebek İrlanda 
edebiyatının devleri arasında yerini alacak bir yazarın muhteşem hayal gücüne ve duyarlı zekasına sahipti.

Bu,Chiristy Brownın kendi yaşam öyküsüdür.Brown,çocukluğunda okumayı,yazmayı,resim yapmayı ve nihayet daktilo kullanmayı öğrenmek için verdiği mücadeleyi ve bütün bunları sol ayağını kullanarak nasıl yaptığını anlatıyor.

Chiristy Brown'ın benzer bir biçimde kaleme aldığı Dream All The Days adlı eseri de çok satan kitaplar listesine girmeyi başarmıştır.

Sol Ayağım kitabı ; Chiristy Brown'ı Daniel Day-Levis'in canlandırdığı, çok başarılı bir filme konu edinilmiştir.


Yorumlar

BÜYÜLEYİCİ VE EĞLENCELİ... OKUYANA İLHAM VERİYOR.

IRISH TIMES

ERDEMLİ VE HİÇ BİR ŞEKİLDE YOZLAŞTIRILMAMIŞ BİR CESARET HİKAYESİ

SUNDAY TIMES

Yazar adı: Christy Brown


Çevirmen: Filiz Kahraman


Yayın tarihi: 25.08.2009


Sayfa sayısı: 190


Zorluklar karşısında yılmayan, tüm engellere karşın ne isterse başarabileceğini gösteren kişilerin hikayeleri her zaman derinden etkilemiştir beni. Kitabın yarısına geldiğimde,  aslında kitabı okumakta ne kadar geç kaldığımı anladım. Kitabın isimini her zaman duyardım ama bir türlü okuyamazdım nedense. Bu kadar güzel olacağını tahmin etmemiştim. Bir gün İzmir-Denizli otobüsünde bir kadının elinde gördüm kitabı ve ertesi gün gittim aldım hemen. Otobüste kitap okuyanlar her zaman dikkatimi çekmiştir nedense. (Ben de okuyorum o ayrı). Hem yılmayan, çocuğu engelli olsa dahi onu eğitmek için mücadele veren bir annenin, hem de kendini engelli olarak görmeyen, hatta doğduğundan beri sözde(!) engelsiz kişilerden dahi daha başarılı olan, her ne olursa hayata tutunan bir çocuğu anlatıyor bu kitap. Kitabın aynı zamanda filmi de varmış ancak maalesef hala izleyemedim. Filmleri kitaplardan daha az severim ama bu kitabın filmini merak etmiyor değilim açıkçası. Yazar, daha çok eğitimin önemini anlatmış. Hikayeyi yazarın kendisi yaşadığı için duygularını fazlasıyla açık ve mükemmel anlatmış ki kitabı okurken siz de yazarın yaşadığı duyguları tam olmasa da anlayabiliyorsunuz. Kitabın özelliği otobiyografi olsa da kitap daha çok kişisel gelişim kitaplarına benziyor. 

Kitabın konusuna gelecek olursak, Christy Brown doğuştan beyin felcidir ancak çok zekidir. Bir süre sonra annesi Christy'nin zeki ve diğer çocuklardan farklı olduğunu keşfediyor. Bir gün Christy bir anda sol ayağına tebeşir alır ve kağıdın üzerine bir şeyler çizer. Ona her zaman destek veren annesi bu hareketini görünce çok mutlu olur ve ona alfabeyi öğretmeye karar verir. Christy ilk A harfini yazabilir ve ilk yazdığı kelime ANNE olur.Kardeşleri oynamaya çıktıklarında Christy'i de yanlarına alırlar ve onu eski bir el arabasıyla gezdirirler. Bir süre sonra el arabası kırılır ve kardeşleri Christy'i artık yanlarına alamazlar. Christy bu duruma çok üzülür. Artık hiçbir zaman evden dışarı çıkmamaya başlar. Bir gün Christy yılbaşında evlerine hediye gelen boyaları görür ve sol ayağına boya alıp boyamaya yapmaya başlar. Christy artık kendini geliştirmiştir ve kendince profesyonel şekilde resimler yapmaya başlar ki o zamanlarda aşık olur ancak karşılık bulamayınca aşk acısını da yaşar. Christy'nin karşısına fizik tedavi imkanı çıkar ancak tedavi olabilmesi için sol ayağını kullanmaması gereklidir. Christy bunu kabul eder ve tedaviye başlar. Bir gün aklına bir fikir gelir. Kardeşi ödev yaparken zorlandığı için ona yardım edecektir. Christy söyler kardeşi yazar. Daha sonra bu yöntemle Christy hocasının yardımıyla ''Sol Ayağım'' olan kitabı yazmak ister. Ve yazar da. Kitabın sonunda ise Christy için bir gece düzenlenir ve Christy, kitabın yazdığı ilk bölümü ANNE yi seyirciler karşısında okur. 


Ben bir kitabı okumadan önce bana ne katacak, okuduktan sonra da bana ne kattı diye düşünürüm. Sol Ayağım beni gerçekten geliştirmiştir. İlk olarak empati duygumun gelişmesini sağlamış, sözde engelli olan kişilerin aslında neler başarabileceğini gerçek anlamda göstermiştir. 


15 Ekim 2017 Pazar

''Uçurtma Avcısı'' kitap değerlendirmesi

Arka kapak yazısı

Emir ve Hasan, Kabil'de monarşinin son yıllarında birlikte büyüyen iki çocuk... Aynı evde büyüyüp, aynı sütanneyi paylaşmalarına rağmen Emir'le Hasan'ın dünyaları arasında uçurumlar vardır: Emir, ünlü ve zengin bir işadamının, Hasan ise onun hizmetkârının oğludur. Üstelik Hasan, orada pek sevilmeyen bir etnik azınlığa, Hazaralara mensuptur.

Çocukların birbirleriyle kesişen yaşamları ve kaderleri, çevrelerindeki dünyanın trajedisini yansıtır. Sovyetler işgali sırasında Emir ve babası ülkeyi terk edip California'ya giderler. Emir böylece geçmişinden kaçtığını düşünür. Her şeye rağmen arkasında bıraktığı Hasan'ın hatırasından kopamaz.

Uçurtma Avcısı arkadaşlık, ihanet ve sadakatin bedeline ilişkin bir roman. Babalar ve oğullar, babaların oğullarına etkileri, sevgileri, fedakârlıkları ve yalanları... Daha önce hiçbir romanda anlatılmamış bir tarihin perde arkasını yansıtan Uçurtma Avcısı, zengin bir kültüre ve güzelliğe sahip toprakların yok edilişini aşama aşama gözler önüne seriyor.

Uçurtma Avcısı'nda anlatılan olağanüstü bir dostluk. Bir insanın diğerini ne kadar sevebileceğinin su gibi akıp giden öyküsü...

Yazar adı : Khaled Hosseini

Çevirmen : Püren Özgören

Yayın tarihi : 04.11.2017

Sayfa sayısı : 375

Okuduktan sonra, okumakta ne de geç kalmışım dediğim, şimdiye kadar okuduğum en güzel kitaplardan biriydi Uçurtma Avcısı. Afgan bir çocuğun gözünden hem yakın Afganistan tarihini okuyup, hem o zamandaki insanların nasıl zorluklar yaşadığını, acılarını, hüzünlerini kitabı okurken anlatan ile birlikte siz de yaşıyorsunuz. Yazar, olayı sade bir şekilde ve oldukça sürükleyici anlatmış. Kitap reklamı yaparken derler ya kitabı elinizden bırakamayacaksınız diye, bu kitabı okurken gerçekten elinizden bırakamıyorsunuz. Bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine aldığım bu kitabın, bir de filminin olduğunu duydum ve eve gider gitmez filmi izledim. Büyük ihtimalle önce kitap yazılmış ve film ona uyarlanarak çekilmiş. Evet film kitabın aynısıydı fakat her film-kitap ilişkisinde olduğu gibi filmde olaylar kitaptaki gibi tüm ayrıntısıyla anlatılmamış ve maalesef olayların büyük bir kısmı atlanmış. Filmi de olan kitapları okuduğum ve filmini izlediğim zaman çoğunlukla kitabı daha çok beğeniyorum. Neden diye soracak olursanız, kitapta kahramanları görmediğimiz için onları gözümüzde kendimiz canlandırıyoruz ve kahramanları istediğimiz şekle sokabiliyoruz. Ancak filmde maalesef öyle bir şansımız olmuyor. Kahramanlar önümüze hazır bir şekilde sunuluyor ve bize sadece onları izlemek kalıyor.

Afganistan halkının yaşadığı dramı mükemmel şekilde anlatan bu kitapta olaylar şöyle geçiyor. Kitabın ana kahramanları olan Emir ve Hasan çocukluktan beri arkadaşlardır ve aynı zamanda süt kardeşlerdir.  Emir’in babası Kabil’de saygın bir kişidir, Hasan’ın babası ise onun hizmetçisidir. Emir ve Hasan sürekli birlikte gezerler ve kimi zaman başlarını belaya sokarlar.  1970’lerde gerçekleşen Sovyet işgali nedeniyle Emir ile babası zorluklarla Amerika’ya giderler. Emir orada kendi düzenini kurar, babası Amerika’da vefat eder. Bir gün Emir aldığı bir telefonla Afganistan’a çağırılır ve Hasan’ın yardıma ihtiyacı olduğunu öğrenir. Afganistan ‘a gittiğinde ise Hasan’ın öldüğünü  ve onun yerine oğlunun orada olduğunu öğrenir.  Kitabın sonundaysa  babasının dostundan Emir için fazlasıyla önemli bir bilgi öğrenir.

Uçurtma Avcısı'nı zamanınızı ayırıp okumalısınız, hatta okutmalısınız çünkü kitabı beğenmemek gerçekten imkansız. :)













9 Ekim 2017 Pazartesi

''Günübirlik Hayatlar'' kitap değerlendirmesi

''Gerçek psikoterapi öyküleri''

Arka kapak yazısı

Roma İmparatoru ve filozof Marcus Aurelius, "Hepimizinki günübirlik hayatlar; hatırlayanın, hatırlanandan farkı yok," diye yazmış. İşte ünlü psikiyatr Irvin Yalom da bu sonsuz varoluşun küçük bir parçasını işgal eden günübirlik hayatları, yani bizi yazıyor…

Yalom yıllarca üzerinde çalıştığı bu kısa hikâyelerde hastalarının mücadelelerini konu ettiği kadar kendi sarsıntılarını da anlatıyor ve iki önemli sorunun üzerine gidiyor: Kısa da olsa nasıl anlamlı bir yaşam sürüp her günün tadına varabiliriz? Ve kaçınılmaz son olan ölüm gerçekten ne ifade ediyor?

Öfke sorunu yaşayan bir kadın, her istediğine sahip ancak bir türlü mutlu olmayı bilmeyen bir iş adamı, insanın bu dünyadaki konumu üzerine düşünen ve bir yandan da kendi acısıyla başa çıkmaya çalışan yeni mezun bir psikolog… Irvin Yalom'un gerçek psikoterapi seanslarından derlediği bu hikâyeler, zorlukları ve tatlı anlarıyla yaşamı bir bütün olarak kabullenmeyi öğretirken aynı sayfaya her baktığınızda farklı şeyler görebileceğiniz bir başucu kitabı olduğunu kanıtlıyor.

Yorumlar

"Hepimiz bu hayatta bizi anlayacak birilerine ihtiyaç duyuyoruz, ancak öncesinde farkına varmamız gereken birçok şey var. Günübirlik Hayatlar kendimizi, insanları ve dünyayı anlamamız için bize lekesiz bir ayna tutuyor."
-George Vaillant, Harvard Üniversitesi Psikiyatri Profesörü-

"Bu kitabı okumak, kendi zihninizi önünüze koyup sayfalarını çevirmek gibi… En derinlerde sakladığımız soruları öyle delici bir güçle bulup çıkarıyor ki!" 
-Steven Pinker, Psikolog ve Yazar-

"İnsan olmanın ne anlama geldiği sorusuna ışık tutan, maddi ve manevi güçlüklerle dolu bu yolda bize ihtiyaç duyduğumuz yardım elini uzatan hikâyeler…" 
-Daniel Menaker, Yazar-

"Bilge bir terapistin kaleminden çıkan dokunaklı ve hepimizi ilgilendiren gerçek deneyimler… Irvin Yalom'dan öğrenecek çok şey var."
- Abraham Verghese, Tıp Doktoru-

"Irvin Yalom'a hayran olmamak elde değil. İnsanlığın kederini ve neşesini usta bir romancı gibi işlerken hayatlarımızdaki küçük detayların önemini fark etmemizi sağlıyor."
-Jay Parini, Yazar ve Akademisyen-

Yazar adı : Irwin D. Yalom

Çevirmen : Elif Okan Gezmiş

Yayın tarihi : 03.15.2016

Sayfa sayısı : 208

Marcus Aurelius'un ''Hepimizinki günübirlik hayatlar; hatırlayanın hatırlanandan farkı yok.'' sözünden alıyor kitap başlığını. Ne yalan söyleyeyim bu sözden ben de çok etkilendim tabii üzerine biraz düşündükten sonra. Normalde bir kitabı bitirmem en fazla bir hafta sürerken, ikinci olarak bu kitabını okuduğum Irwin D. Yalom'un diğer kitabı Nietzche Ağladığında kitabını bitirmem aylar sürmüştü. Orada biraz daha fazla psikolojik terim kullanılmıştı belki de ondan. Günübirlik Hayatlat fazla kalın olmadığından hızlıca okurum diye tahmin etmiştim ancak bu kitap da aylarımı almasa da haftalarımı aldı. Bunda ise nedenini hala bilemiyorum. Lise yıllarımda psikoloji bölümünü çok istememin nedeni, Bir Psikiyatristin Gizli Defteri kitabını okumamdı. Şimdilerde çok hatırlamasam da yazar, birbirinden gerçek hayatta karşılaştığı birbirinden ilginç psikolojik vakaları anlatmış ve ben o hikayelere gerçekten hayran kalmıştım. Günübirlik Hayatlar'dan da böyle hikayeler beklediğim için açıkçası kitabı bitirince birazcık hayal kırıklığı yaşadım. 

Kitapta daha çok her psikiyatristin karşılaşabileceği durumlar anlatılmış. Bir hikayesinden örnek verecek olursam, psikiyatriste gelen ölmek üzere olan bir hasta, yaşamda anlam arayışına çıkıyor ve yazar hastayla aralarında geçen konuşmaları  özet geçerek anlatıyor. Sıkıcı mı diye soracak olursanız kitabın hiçbir yerinde sıkılmadım, bütün kitabı yavaş da olsa büyük bir ilgiyle okudum. Belki de psikolojiye karşı ilgili olmamdandır. Son olarak diyeceğim şu ki; kitabı okumazsanız çok büyük bir kayba uğramazsınız elbet amaa eğer ki benim gibi psikolojiye meraklıysanız ya da psikoloji okuyorsanız mutlaka okumalısınız derim :) Çünkü on gerçek psikoterapi hikayesinden oluşan bu kitapta psikolojiye dair sizi gerçekten bilgilendirecek yazılar var.



3 Ekim 2017 Salı

''Satranç'' kitabı değerlendirmesi


"İnsan olmanın, direnişin öyküsü…"

Arka Kapak Yazısı

New York’tan yola çıkıp Buenos Aires’e giden yolcu gemisindeki varlıklı bir işadamı, aynı gemide bulunan dünya satranç şampiyonunu bir oyuna davet eder. Şampiyon, bir amatör tarafından kendisine yapılan bu daveti küçümsese de, kendisiyle oynanacak her oyunun bir bedeli olduğunu ve bu bedeli ödeyen herkesi memnuniyetle yeneceğini söyleyerek kabul eder.

Satranç masasının çevresi meraklılarla dolmuştur. İşadamı bu satranç üstadının karşısında önceleri bocalar. Ama daha sonra meraklı kalabalığın arasından biri alçak bir sesle, yapması gereken doğru hamleleri ona fısıldamaya başlar.

Sesin sahibi, söylediğine göre yirmi yıldır satranç oynamamıştır. Ama kimsenin tanımadığı bu adam, her nasılsa bir satranç dehasıdır.



Yazar adı : Stefan Zweig

Yayın tarihi : 03.09.2017

Sayfa sayısı : 71

Aslında hakkında pek bir şey söylemeye gerek de olmayan bu kitabı herkesin okuması lazım. Kısa bir hikaye de olsa, farkında olmadan kişiye çok şey katıyor ve yazar hikayeyi akıcı bir şekilde dolu dolu anlatıyor. Kitabı bir arkadaşımın tavsiyesi üzerine almıştım. Güzel olmasını bekliyordum ama kitap benim beklentimin de üstünde çıktı. Evet biraz abartı gibi duruyor ama bu, yazarın hayal gücünün ne kadar geniş olduğunu gösterir bana göre. Bir kişinin imkanları ne kadar sınırlı olursa olsun hiçbir şeyin imkansız olmadığını, insan hücre gibi bir odaya kapatılsa da gördüğü en küçük bir fırsatı değerlendirip, satrancı hayal gücüyle de olsa geliştirip, en iyi oynayacak şekle gelebilmesinin imkansız olmadığını anlatıyor 
bize.

Kitabın konusuna gelecek olursak, kitap, bir gün içinde sadece bir yatak, bir dolap, bir leğen bulunan odaya işlediği suçtan dolayı giren ismi kitapta Dr. B. olarak geçen bir adamın hikayesini anlatıyor. Dr. B. , içinde saat dahi olmayan odada artık zihninin tembelleştiğini fark ediyor ve çok sıkılıyor. Bir gün sorgu için gittiği yerden odasına kaçak olarak satranç kitabı getiriyor ve satrancı öğrenmeye başlıyor. Bir süre sonra uykusunda bile kendi kendine zihninde satranç oynadığını fark ediyor ve bu bir saplantı haline geliyor. Dr. B. , cezası bitip odadan çıktıktan sonra seyahat ettiği bir gemide öğrenir ki dünya satranç şampiyonu var. Ne yapıp edip sonunda dünya şampiyonu Czentovic ile maç yapabilir. Kazanan rakibinin bir sonraki hamlesini bildiği için Dr B. olur. İkinci maçta Dr. B. kriz geçirdiği için maç yarıda kalır. 


Eğer hala Satranç'ı okumadıysanız inanın çok şey kaçırıyorsunuz. İki gününüzü bile almayacak olan bu kitabı bence hemen alın ve okuyun. İnanın pişman olmayacaksınız. :) 











28 Eylül 2017 Perşembe

''Mihmandar'' kitabı değerlendirmesi

Arka kapak yazısı

Peygamberin mihmandârı! Bir arzun varsa yapayım. Bir vasiyetin varsa yerine getireyim!"

"Ey Emîr! Sakın Allahın dinini bozma, müminler arasına fitne girmesine müsaade etme. Askere adalet ile muamele eyle ve düşman karşısında can kaygusu çekme. Bana gelince, senden ve senin ait olduğun şu dünyadan hiçbir şey istemediğimi bil ve herkese böylece ilan et. Şurada can oynatan cengâverlerden son arzum odur ki Azrail (a.s) bize uğradıktan sonra naşımı Konstantiniyye surlarına yakın götürsünler. O gün savaş hattı nerede oluşursa, bedenimi o noktaya kadar taşısınlar ve orada, savaşan mücahitlerin arasında beni defneylesinler. Ta ki atlarımızın ayakları bedenimi çiğnemiş olsun, Bizans dokunamasın. Ayrıca, eğer yapabiliyorlarsa, cenazemi kendi atımın arkasında bir sedyeye bağlayıp taşısınlar. Tıpkı Kutlu Nebiyi getiren Kusvânın Medinede bizim hanemizi bulduğu gibi o da benim için nereye gideceğini ve nerede duracağını bulacaktır."

Yazar adı: İskender Pala                                                                     

Yayın tarihi:01.06.2014

Sayfa sayısı:400


Büyük bir aşkla İskender Pala'nın ilk kitabı olarak okuduğum Mihmandar'ı, bitmesin diye ne kadar yavaş okusam da her güzel şeyin bittiği gibi o da bitti. Eyüp Sultan'ın hayatını hep merak etmişimdir öyle güzel bir insanı evinde konuk etmeye layık olacak ne yaptı diye. Mihmandar'da Efendimizin evine gelmeden önceki yaşantısını pek anlatmasa da O gelmeden önce yokluk çektiğini, sıkıntılar yaşadığını bu kitap sayesinde öğrenebildim. Yazar kitapta sadece Eyüp Sutan'ı anlatmıyor. Evet ağırlıklı olarak öyle ancak kitapta aynı zamanda Efendimizin nasıl hicret ettiği, Muaviye'nin oğlu Yezid ile beraber halifeliği nasıl yürüttüğü, İstanbul'u fethetmek ve Peygamberimizin hadisine nail olabilmek için askerlerin neler çektiği de anlatılıyor. Kırktan fazla hadisle zenginleştirilmiş olması da beni benden alan bir başka güzel yanı. Yazarın kitabın adını ''Mihmandar'' koyması da Eyüp Sultan'ın hayatına bir o kadar uymuş. Çünkü mihmandar, konukçu anlamına geliyor.


Kitabın konusuna bakacak olursak, kitabın başlarında Efendimizin Hz. Ebubekir ile hicretini ve Eyüp Sultan'ın evinde konuk oluşunu anlatıyor. Diğer kısımdaysa olaylar şöyle geçiyor. Hz Ali'den sonra halife olan Muaviye İstanbul'a sefer başlatıyor. Bunu duyan Ebû Eyyûb El-Ensarî hem cihat sevabı kazanmak için hem de Efendimizin hadisine nail olabilmek için Medine'den ayrılıyor ve ordunun içinde bulunan otuz kadar sahabi ile o zamanlar ismi Kostantiniyye olan İstanbul'a fetih 
için gidiyorlar. Tabii o zamanlar şimdiki kadar kolay değil gidişler. Ordu ya yürüyerek ya atla, deveyle gittiği için yolları yaklaşık iki sene sürüyor. Ayrıca yolda Bizanslılar ile savaşmak zorunda kalıyorlar, kimi asker hasta oluyor, kimisi ölüyor. Kısacası yolsa birçok zorlukla karşılaşıyorlar. Sonunda İstanbul'a vardıkları zaman da savaş anında da ordu zorluklarla mücadele ediyor. Eyüp Sultan ise bir yere kadar dayanıp, İstanbul'da hastalığından dolayı şehit oluyor. Yazar çok uzun olmasa da Eyüp Sultan'ın vefatından sonraki diğer yakınlarının hayatını da anlatıyor.

Normalde savaş anlatan veya tarihi anlatan  kitapları okurken çok kolay sıkılırım ama Mihmandar'ı okurken kitabın hiçbir yerinde sıkılmadım. Aksine her olaydan sonra acaba şimdi ne olacak diye merak içinde okudum. Eyüp Sultan'ın hayatını merak ediyorsanız mutlaka bu kitabı okumalısınız. Böylesine büyük bir zatın kitabını herkes okumalı, okutmalı diye düşünüyorum. 



                                            








































17 Eylül 2017 Pazar

''Simyacı'' kitabı değerlendirmesi


Arka kapak yazısı

Simyacı, Brezilyalı eski şarkı sözü yazarı Paulo Coelho'nun, yayınlandığı 1988 yılından bu yana dünyayı birbirine katan, eleştirmenler tarafından bir `fenomen' olarak değerlendirilen üçüncü romanı. Simyacı, altı yılda kırk iki ülkede yedi milyondan fazla sattı. Bu, Gabriel Garcia Marquez'den bu yana görülmemiş bir olay. Yüreğinde, çocukluğunu yitirmemiş olan okurlar için bir `klasik' kimliği kazanan Simyacı'yı Saint-Exupery'nin Küçük Prens'i ve Richard Bach'ın Martı Jonathan Livingston'u ile karşılaştıranlar var (Publishers Weekly). Simyacı, İspanya'dan kalkıp Mısır Piramitlerinin eteklerinde hazinesini aramaya giden Endülüslü çoban Santiago'nun masalsı yaşamının felsefi öyküsü. Sanki bir `nasihatnâme': `Yazgına nasıl egemen olacaksın, mutluluğunu nasıl kuracaksın?' sorularına yanıt arayan bir hayat ve ahlak kılavuzu. Mistik bir peri masalına benzeyen romanın altı yılda, yedi milyondan fazla okur bulmasının gizi, kuşkusuz, onun bu kılavuzluk niteliğinden kaynaklanıyor. Simyacı'yı okumak, herkes daha uykudayken, güneşin doğuşunu seyretmek için şafak vakti uyanmaya benziyor.



Yazar adı : Paulo Coelho


Çevirmen : Özdemir İnce


Yayın tarihi : 04.05.2017


Sayfa sayısı : 184


Kendi iç sesine kulak veren, isteklerini ve arzularını dinleyip onları uygulamaya koyan nadir kişilerden birinin hikayesi anlatılmış bu kitapta. Kitabın arka kapak yazısında kitabı, herkes daha uyurken şafak vakti uyanıp güneşin doğuşunu izlemeye benzetmiş. Mutlaka hepimiz bir kere de olsa şafak vakti uyanıp, güneş doğana kadar uyanık kalmışızdır. Öyle zamanlarda çoğu kişinin görmediğini gördüğümüz için ister istemez kendimizi şanslı hissederiz ve kendimize şimdi bu saatte uyuyanlar ne kadar da çok şey kaçırdı, bu güzellikten mahrum kaldılar deriz. Bu kitabı okumayan kişi de gerçekten çok şey kaçırıyor. Neden diye soracak olursanız, kitabı bitirdikten sonra anlıyoruz ki Simyacı bize çok şey katmış. Yazar hem okuru sıkmadan hikayesini anlatıp, hem okuyucuya faydalı mesajlar vermeyi çok güzel başarmış. Eğer az çok Mevlana hakkında bilginiz varsa, mesneviden birkaç hikaye biliyorsanız, kitabın Mevlana'dan esinlenerek yazıldığını rahatlıkla görebilirsiniz. Kitabın arkasında da Mesnevi'den esinlendiği yazıyor. Kitabın akıcı olması nedeniyle ve yazarın arada olayları merak ettirmesiyle kitabı ben gibi bir çırpıda bitirebilirsiniz :) 


Kitabın konusuna gelecek olursak, Endülüs'lü Santigo adında bir genç, hem gezerek hem çobanlık yaparak hayatını devam ettiriyor. Bir gün gördüğü bir rüya üzerine hazine aramak için Mısır piramitlerine gitmeyi karar veriyor ve yola koyuluyor. Yolda birçok kişiyle karşılaşıyor, kimisiyle dost oluyor, kimisiyle düşman. Neyse en sonunda büyük çabalarla Mısır'a varıyor. Mısır'da ise onu büyük bir sürpriz bekliyor.


Büyük heyecanla okuyacağınızı tahmin ettiğim bu kitabı okuyun, okutturun. Okumakla bir şey kaybetmezsiniz, tam tersine kazanacağınızı düşünüyorum. :)

 














15 Eylül 2017 Cuma

''OZ'' kitabı değerlendirmesi



Arka kapak yazısı

Dorothy ilk defa öldüğünde on iki yaşındaydı. En azından bana söylediği buydu. Delirdiğini düşünmüştüm ama şimdi 
ona inandığım için esas deli ben miyim diye merak ediyorum. Öyleysem bunların hiçbirinin önemi yok demektir. 
Ama değilsem… 
Eh, o zaman dünya benim düşündüğüm gibi bir şey değil demektir.Üstelik tek bir dünya yok.

Kafanız karıştıysa canınız sıkılmasın. Benimki de karışmıştı. 
Okuyun, anlayacaksınız. Sonra karar verirsiniz: 
Ben mi delirdim yoksa siz mi?

Hortum seni sürükledi. 
Şimdi hikâyeye baştan başlayacaksın. 

Aklını, kalbini, duyularını karıştıracak bir dünyayla karşı karşıyasın. 
Bu diyarda gündüzler karanlık turuncu, güneş siyah, geceler bembeyaz.
Büyünün yerini bilim aldı.
Hatırladığın herkes, her şey artık çok daha güzel, korkunç, acımasız. 

Yeniden keşfetmeye hazırlan: OZ'u ya da kendini!




Yazar Adı: Adam Fawer

Çevirmen: Algan Sezgintüredi

Yayın Tarihi: 06.20.2016

Sayfa Sayısı: 384


Sosyal medyada, okulda, internette kısacası her yerde, neredeyse herkesin elinde gördüğüm bu kitabı ''herkes okuyorsa vardır bir şey, güzel olmasa bu kadar çok satılmazdı '' diyerekten aldım. Ama gördüm ki çoğu kişi gibi ben de yanılmışım. Kitaba yapılan yorumlara, verilen tepkilere baktığımda okumayan bir, okuyan bin pişman olduğunu açıkça görüyoruz. Herkes bu kitabı okuduğuna niçin bu kadar pişman diye soracak olursanız; ben kısaca özetleyeyim. İlk olarak yazar ütopik bir roman yazmış ve eğer OZ filmini, masalını bilmiyorsanız(ben gibi), yazar kitabı kendi kurguladı diye ve bu kadar saçma bir olayı kendi kafasında nasıl kurguladı diye şaşırabiliyorsunuz. Açıkçası ben yazarın hayal gücüne hayran kalmıştım. Ama sonra öğrendim ki dünyaca ünlü olan oz büyücüsü masalı varmış ve yazar oradaki olaylardan esinlenmiş. Yetişkinlerin roman olarak okuduğu bu kitap, daha çok çocukların okuduğu masal kitabını andırıyor. Kitabı okumaya başladığımda ve orta kısımlarına geldiğimde kitap fazlasıyla saçma gelmişti ancak bir yandan kitabın sonunu merak ettiğim için zorlayarak da olsa bitirmeyi başardım. Şimdi diyeceksiniz kitabın hiç mi güzel yanı yok? Elbette güzel yanı da var mesela küçük bir kızın zorluklarla mücadele ederek sonunda zafere ulaştığını anlatmasıyla aslında bize, zafere zorluklarla mücadele ederek gidileceğini anlatıyor. Yazarın önceki iki kitabını da çok duymuş, görmüştüm ama bir türlü fırsat bulup okuyamamıştım. Yazarın önceki kitaplarını okuyanların yorumuna bakılırsa, OZ, onlar için tam bir hayal kırıklığı olmuş.

Kitabı kısa bir özet geçecek olursak, Dorothy adında bir kız bir anda kendini başka bir dünyanın içinde buluyor. Orada kendisine yapması gereken görevler veriliyor ve en sonunda Oz büyücüsünü yenmesi isteniyor. Dorothy bu görevleri yaparken farklı kişilere rastlıyor ve bazılarını dost ediniyor.
Dorothy birçok zorluğu aştıktan sonra en sonunda Oz büyücüsünü yenmeyi başarıyor. Tabi kitap burada bitmiyor. Beni en çok şaşırtan yer olan kitabın sonunda, tüm bu olan olaylar bir kızın rüyası oluyor.

Ben bir kitabı bitirdiğimde bu kitap bana ne kattı diye düşünürüm. Oz 'u okuduktan sonra da
Oz bana ne kattı diye bir düşündüm. Kitaptan hiçbir şey öğrenememiştim ve kitap bittiğinde bu kitaba harcadığım zamanın boşa gittiğini gördüm. Yine de benim için bir deneyim oldu. Artık bundan sonra okuyacağım kitapları daha dikkatli seçer, kitaplar hakkında başkalarının ne düşündüğüne önem veririm diye düşünüyorum :)

















11 Eylül 2017 Pazartesi

''Ben, Malala'' kitabı değerlendirmesi

''Sesimizin değerini ancak susturulduğumuzda anlarız.''

Yazar Adı: Chiristina Lamb

Çevirmen: Doğan Yılmaz

Yayın Tarihi: 06.04.2016

Sayfa Sayısı: 392


''Malala kim?'' diye sordu silahlı adam. 

Malala benim, bu da benim hikayem.



Selamlar !! Denizli'de ilk defa düzenlenen kitap fuarından  aldığım bu kitap, iyi ki alıp okumuşum dediğim, beni fazlasıyla derinden etkileyen bir kitap oldu.  Eğitim hakkını savunduğu için Taliban tarafından vurulan bu kızın hikayesi yaşanmış, gerçek bir hikaye olduğu için beni çok etkiledi. Düşünüyorum da herkes bu kadar cesur davranamaz özellikle eğitim konusunda.  Malala'nın yaşı küçük olmasına rağmen birçok zorlukla tek başına mücadele etmesi ve eğitim hakkını savunamayan yüzlerce hatta binlerce kızın sesini tüm dünyaya duyurması beni çok şaşırttı. Bu kitapta gördüm ki yaşın kaç olursa olsun, şartların her ne kadar kötü durumda olursa olsun hakkını savunmak, sesini duyurmak mümkün. Daha 5 sene öncesinde yaşanan bu olay, aslında bize gösteriyor ki dünyanın hala birçok yerinde hakkıyla eğitim göremeyen, rehavet seviyesi fazlasıyla düşük, birçok şeyden mahrum, hayatı boyunca sürekli kısıtlanan insanlar varken, dünyanın başka bir yerinde gittiği okuldan şikayetçi olan, sırf küçük bir isteği yerine getirilmediği için depresyona giren, fazla yediğinden dolayı oburlukla mücadele eden çocuklar yaşarken, bizim hala yerimizde oturmamız ne kadar doğru. 

Kitabın konusu ise, Pakistan'da yaşayan Svat'lı bir babanın kızı olan Malala'nın, Taliban'ın Pakistan'da halka baskı kurduğu, kadınları evinden çıkarmadığı, okulları bombaladığı, eğitim almanın çok zor olduğu bir dönemde kız çocuklarının eğitimi için mücadele veriyor. Malala verdiği mücadele sürecinde birçok zorlukla karşılaşıyor ancak sonunda 2014'de Nobel Barış Ödülü'ne layık görülüyor. 
Kitapta Malala'nın hayatının yanında Svat'ın tarihi, kültürü, Pakistan'ın kuruluşu hakkında da birçok bilgiye ulaşabiliyorsunuz. Malala'nın belgesel filmi de varmış. Onu yeni öğrendiğim için henüz izleyemedim ama en kısa zamanda izleyeceğiim. Kitabın başka bir güzel yanı ise Malala hayatını kendi ağzından anlatıyor ve kitap resimlerle desteklenmiş. Bu sayede kitabı okurken bir yandan da yaşıyorsunuz.


Kitabı eminim siz de çok severek okuyacaksınız.























10 Eylül 2017 Pazar

''Nietzche Ağladığında'' kitabı değerlendirmesi

Yazar Adı : Irvin D. Yalom

Çevirmen : Aysun Babacan

Orijinal Adı : When Nietzche Wept(İngilizce)

Yayın Tarihi : 03.03.2017

Sayfa Sayısı : 374

AKTÖRLER 

Nietzche: Henüz iki kitabı yayımlanmış, kimsenin tanımadığı bir filozof. Yalnızlığı seçmiş. Acılarıyla barışmış. İhaneti tatmış. Tek sahip olduğu şey, valizi ve kafasında tasarladığı kitaplar. Karısı, toplumsal görevleri ve vatanı yok. İnzivayı seviyor. Tanrı’yı öldürmüş. “Ümit kötülüklerin en kötüsüdür çünkü işkenceyi uzatır” diyor. Daha sonra, “Kendi alevlerinizde yanmaya hazır olmalısınız: Önce kül olmadan kendinizi nasıl yenebilirsiniz?” diyecek. Ümitsiz.


Breuer: Efsanevi bir teşhis dehası. Ümitsizlerin kapısını çaldığı doktor. Psikanalizin ilk kurucularından. Kırkında, bütün Avrupalı sanatçı ve düşünürlerin doktoru olmayı başarmış. Güzel bir karısı ve beş çocuğu var. Zengin. Saygın. Hayatı boyunca “ama” pozisyonunda yaşamış biri.


Freud: Breuer’in arkadaşı. Henüz genç. Geleceği parlak. Şimdi yoksul.


Salomé: Erkeklerin başını döndüren kadın. Çekici. Özgür. Evliliğe inanmıyor. Bazen aynı anda birçok erkekle beraber oluyor. Sanatçıları ve düşünürleri tercih ediyor. Kırbacı var.


SAHNE

Psikanalizin doğumu arifesindeki 19. yüzyıl Viyana'sı. Entelektüel ortamlar. Hava soğuk.

Merhabalarr!! Beni derinden etkileyen, hayatıma yön veren, bakış açımı değiştiren kitaplardan biridir Nietzche Ağladığında. Bu kitabı bana bir zamanlar psİkolog olmayı düşünürken bir büyüğüm tavsiye etmişti. Ve demişti ki ''Bak bakalım psikolog olmak nasıl kolaymıymış.'' Kitabı okuduktan sonra psikolog olmaktan vazgeçmiştim çünkü anlamıştım ki hiçbir şey karşıdan görüldüğü kolay olmuyormuş. Elbette her işin kendine göre bir zorluğu var ve bu zorlukları mecbur yenmek zorundayız. Ancak psikolog olmak bana gerçekten çok zor geldi ve o işin aslında bana göre olmadığını anladım. Kitaba gelecek olursaak, açıkcası kitabın başları baya bir sıkıcı gelmişti çünkü çok fazla psikolojik terimlerden bahsediyor ve Breur, Freud ve Nietzche arasındaki bazı konuşmalar insanı sıkıyor. Freud kim diye soracak olursanız, Freud, psikanalizi bulan Nietzche ile aynı zamanda yaşamış ünlü bir psikiyatrist. Breur ise Freud'un hocası. Psikolojiye az çok ilginiz varsa veya psikoloji ile ilgili kitaplar okuduysanız duymuşsunuzdur adını mutlaka. Kitabın başlarına sıkıcı dedim ancak kitap gittikçe ilgimi çekmeye başlamıştı ve psikolojiye ilgim olduğu için kitabı ilgiyle bitirdim. Kitap bittiğindeyse, neden bitti diye oturup üzüldüm resmen. Kitabın başları size biraz karmaşık gelmiş olabilir. Ama inanınki bitince aklınızda kitabın parçaları bir yapboz gibi birleşiyor kafanızda ve vay bee diyorsunuz neler öğrendim bir kitaptan. Nietzche Ağladığında, Yalom'un okuduğum ilk eseriydi ve okuduktan sonra pişmanlık duydum neden ben bu adamın kitaplarını şimdiye kadar okumadım diye.

Kitabın konusuna gelecek olursak, kitap Nietzche, Breur ve Salome karakterli arasında geçiyor genellikle. Ünlü psikolog olan Breur ailesiyle tatil yapmak için Viyana'ya gidiyor. Orada kendisine Salome'den bir mektup geliyor. Salome ise Nietzche'nin eskiden aşk yaşadığı kişi. Salome Nietzche'yi iyileştirmek için Breur ile konuşuyor ve Nietzche ile Breur tanışıyorlar. Kitabın büyük bir bölümü Nietzche'nin hastalığıyla geçiyor zaten. Ne kadar Dr. Breur Nietzche'yi iyileştirmek isterse, Nietzche o kadar tedavi olmak istemiyor. Bu ksımdan sonra kitaba namı değer Freud da dahil oluyor. Freud ise Breur'un öğrencisi. Breur Nietzche'yi ikna edemeyince Freud'a danışıyor. Bir gün Nietzche hastalığı nedeniyle koma geçiriyor. Koma geçirdikten sonra ise Dr. Breur'un sözünü dinlemeye başlıyor ve tedavi oluyor. Tabi bu aralarda bir çoook olay geçiyor ama ben hepsini anlatmak istemedim merak edin de alın kitabı okuyun diye :) 















9 Eylül 2017 Cumartesi

''MUCİZE'' kitabı değerlendirmesi


Yazar Adı: R.J Palacio

Çevirmen: Berna Sirman

Orijinal Adı: Wonder(İngilizce) 

Yayın Tarihi: 16 Kasım 2015

Sayfa Sayısı: 336

# 1 New York Times çoksatanı


Merhabalarr !! Aslında bu kitaba çok fazla önyargılıydım. Nedeniyse ; '' bir insan kapağa neden bir çocuk yüzü koysunki ?'' diye düşünmemdi. Kitap ilk bakışta çekici gelmemişti açıkcası. Taaaaa ki D&R' da kitabı elime alıp ınceleyene kadar. Kitabın arka kapağında ''Bu kitabı kapağına (çocuğun yüzüne) bakarak değerlendirmeyin'' yazıyordu. O an sanki o yazının bana söylendiğini hissettim.  Her zaman başkalarının zevklerine güvenmişimdir. Bir yandan yorumlara baktığımda herkesin mükemmel yorumlar yaptığını gördüm veee almaya karar verdim nihayet. :) Şimdi, okuduktan sonra, diyorum ki; iyiki almışım yahu okumasam ne kadar çok şey kaybedecektim. Evet öyle dedim çünkü; her ne kadar çocuk kitabı gibi görünse de, aslında herkesin okuması gereken bu kitap, bana çok şey kattı. Bunlardan biri: empati duygum arttı. Artık yüzünde veya herhangi bir yerinde bir kusuru olan kişiye anormal şekilde bakmıyorum. Her ne kadar kenidimize bakmıyormuş gibi gelsek de, ister istemez anormalliğe dönüp maalesef anormal şekilde bakmaya başladık. Bilmiyoruz ki onların da biz gibi düşünüp, konuşup, yaşadığını. Neyse bu kadar değerlendirme yeter şimdilik :)

Gelelim kitabın konusunaa. August adında on yaşındaki çocuğun doğuştan gelen yüzünde şekil bozukluğu vardır. (Hastalığın bir adı vardı ancak bulamadım maalesef :(. Kitapta yazıyor olması lazım.) August her çocuk gibi konuşabiliyor, yürüyebiliyor, oynayabiliyor, ancak; okula gidemiyor. Nedeniyse sık sık geçirdiği ameliyatlar. August'u gören herkes korkunç birşey görmüş gibi etrafa kaçışıyor veya anormal şekilde bakıyor. August ise bu duruma alışmış durumda. August'un ailesi de bu duruma artık alışmış durumda. August, on yaşında okula başlıyor. Okuldaki herkes ona anormal gözle bakıyorlar, onu dışlıyorlar. Yani anlayacağınız August yeni başladığı okulunda birçok sıkıntıyla karşılaşıyor. Kitabın en sevdiğim yanıysa, August'u sadece August'un gözünden okumuyorsunuz. Yazar, ablasının, arkadaşlarının gözünden de August'u anlattığı için August' daha iyi şekilde anlayabiliyorsunuz. 


Sonu. olarak, MUCİZE eminim size çok şey katacak ve kitabı bırakmak istemeyeceksiniz. Kitabı amaan napıcam ben onu çocuk kitabı gibi o bana hiçbirşey katmaz demeden alın, okuyun, okutturun. Görün pişmam olmayacaksınız. Bu birazcık reklam gibi oldu ama hadi neyse :) 


Kitap Yorumları 


“Cesaret ve gerçeklerle dolu Mucize, etrafımızı saran güzellikleri fark etmeyi anlatıyor. Auggie Pullman’a âşık olmamak imkânsız.”
Rebecca Stead, Newbery ödüllü yazar

“İlk kitaplar nadiren bu kadar etkileyicidir; okurların gözünü ve yüreğini açma gücüne sahip, nadide bir hikâye.”

Publishers Weekly

“Mucize, kocaman yürekli bir kitap… hepimizin nasıl kırılgan, kusurlu ve mükemmel güzellikte varlıklar olduğumuzu gösteriyor.”

Julia Alvarez

“Unutulmaz bir nezaket, cesaret ve mucizenin hikâyesi.”

Kirkus Reviews


“Mucize, sevgi, hüzün ve insan yaşamının değeri hakkında çok güzel bir hikâye. Okuduktan sonra daha iyi bir insan olmayı istememek mümkün değil.”
Patricia Reilly Giff, Newbery ödüllü yazar